Bir gün bir arkadaşla halı saha sonrası sahil yolundan eve dönüyoruz. Konu nasıl olduysa şehrin kalabalığına, trafiğin fazlalığına geldi. O sırada boğazın kenarındayız. Arkadaş şöyle bir şey söyledi: “Sırf şu manzara için bile İstanbul’da yaşamaya değer”. Baktım, gerçekten harika bir manzara. Daha sonra bu olay üzerine düşününce bu harikalığın zaman içinde ne kadar sıradan bir hale döndüğüne hayret ettim.
Ben boğaza yakın bir yerde oturuyorum, evden boğaz görünmüyor ama hemen her gün karşı yakaya geçtiğim için boğazı görüyorum. Boğaz benim için sıradanlaşmış. Yıllarca bir şekilde hep gözümün önünde durmuş. Anca havanın rengi değişince ya da alışılmışın dışında bir şey olunca kafamı kaldırıp boğazı seyrediyorum. Onun haricinde şu manzaranın tadını çıkarayım diye aklıma gelmiyor.
Yani en azından gelmiyordu. Bu bahsettiğim olay üzerine düşününce işe giderken boğazı seyretmeye başladım. İşe gittiğim yolda ufak bir yokuştan iniyorum ve o yolda sanki bütün boğaz ayaklarınızın altına serilmiş gibi oluyor. Artık her fırsatta bu manzarayı seyretmenin tadına varmaya çalışıyorum.
Şehrinizde bir turist gibi yaşayın diyordu birisi. Yani kendinizi belli rutinlere hapsetmeyin, bu şehre gelmiş bir turist olsaydınız neler yapardınız? Nerelere giderdiniz? Bunları düşünün, planlayın ve hayata geçirin. Bir çoğumuz 9-5 çalışma sistemine, trafiğe hapsolmuş durumdayız. Hayatı hafta sonu yaşamaya çalışan insanlara dönüştük. Neyse bu konuya hiç girmeyelim, bu yazının konusu bu değil.
Yıllar önce, üniversite yıllarındayken şehir dışından bir kaç arkadaş gezmek için İstanbul’a gelmişlerdi. İlk kez İstanbul’a geliyorlardı ve vapura binmek bile onlar için kaçırılmayacak bir aktiviteydi. Bu sırada ben neredeyse bütün yazı haftanın altı günü sabah, akşam vapurda işe gidip gelerek geçirmiştim. Benim için vapura binmek, karşı kıyıya geçmek için bir ulaşım şekliydi yani. Dışarı bakıyordum, seyrediyordum ama onların duyduğu heyecanı duymam mümkün değildi.
Zihnimde düşündüğümde sakin sakin vapur hafiften sallanarak boğazın sularında yol almak keyifli bir şey. Ama gerçek hayatta benim için vapurun anlamı, kaçırılmaması gereken, kaçırılırsa 15-20 dakika daha beklemenize sebep olacak bir ulaşım aracı. Bir turist gibi geldiğinizde, bu vapuru kaçırdım, sonraki 15 dakika sonra. Uçağa yetişmeye çalışmadığımız sürece sıkıntı edilmeyecek bir durum. İşe giden birisi için, tüh bunu kaçırdık diğerine bineceğiz mecbur, biraz hızlı yürürüm falan filana dönüyor iş.
İlk kez otobüse binen birisi için de bu keyiflidir diye düşünüyorum. İlk kez ne zaman bindim hatırlamıyorum ama mesela lisede otobüse yetişmek için otobüsün arkasından çok koştuğumuzu hatırlıyorum. Örümcek adamdaki gibi her gün değil de, arada geç kalınca mecbur tabana kuvvet koşuyorduk. Trafik çok fazla olduğu için otobüsten inip yürüdüğümüz, daha sonra ilerideki otobüse bindiğimiz de geliyor aklıma. Daha neler neler…
Boğaz örneğine dönersek, insan kolay alışan ve kolay unutan bir canlıdır denir. Bir şeylere kolay alışıyoruz ve bunlar bizim için sıradanlaşıyor. Bunu engellemek ister mi insan bilmiyorum ama engellemek istenirse özel bir efor sarf etmek gerekiyor. Benim boğaz manzarasını fark etmeye kendimi zorlamam gibi.
Bu sıradanlığı aslında hemen her şeye uygulayabiliriz. Oksijen, su, yiyecek, yakınlarımız… Oksijen bizim için en hayati şeylerden biri. Ama bizim için o kadar sıradan bir hale gelmiş ki. Havayı, havadaki oksijeni garanti görüyoruz tabiri caizse. Kimse çıkıp yarın oksijen durumu ne olur belli olmaz ben eve biraz oksijen tüpü alayım demiyor. Farkında bile değiliz, Allah korusun nefes almakta zorluk çekersek ancak o zaman kıymetini anlayacağız.
Bir şeyin değeri en iyi yokluğunda anlaşılır derler. O zaman da zaten genellikle iş işten geçmiş olur. Oksijen olmayınca oksijenin kıymetini bilmenin çokta bir ehemmiyeti kalmayacaktır. Su, yiyecek, çevrenizdeki insanlar da aynı. Susuzluk olunca neden bu suları israf ettik demenin bir yararı olmayacağı gibi, bir yakınınız ölünce neden daha iyi geçinmedik diye hayıflanmanın da pek bir yararı olmayacak.
Ölüm konusunda ilginç bir nokta var. Ona değinmeden geçmek istemiyorum. İnsanlar geri dönüp bakınca ne kadar basit şeyler için takışıyormuşuz, birbirimizle uğraşıyormuşuz diye şaşırıyordur diye düşünüyorum. Bir dizide izlemiştim, adamın yanındaki çalışan birisi ölüyor. Öldüğü günden bir kaç gün önce de adam çalışanıyla işe bir kaç gün geç kaldığı için tartışmış. Şimdi diyor ne kadar anlamsız geliyor bu tartışma, keşke hiç yapmasaydım. Çevresindeki hayat monotonlaştı, hep böyle gidecek sandı. Bir noktada işler değişti.
Bu işin bir de islami boyutu var. Buna tefekkür deniliyor. Örneğin, Allah’ın verdiği nimetler üzerine ya da kainattaki güzellikler üzerine düşünmek diyebiliriz basitçe. İnsanın bu sıradanlıktan sıyrılıp, boğazın aslında ne kadar mükemmel olduğunu görmesine, gökten inen suların nasıl milyonlarca insanı beslediğini fark etmesine vesile olur diye düşünüyorum.